Bu yıl İstanbul Film Festivali’nden “mansiyon” ödülü, Ayvalık Film Festivali’nden “Yeni Bir Senarist” ödülü alan Umut Subaşı’nın “Sanki Her Şey Biraz Felaket” filmi, Adana Altın Koza Film Festivali’nde ise büyük ödüllere damga vurmuştu. Subaşı, filmiyle En İyi Senaryo ve En İyi Yönetmen seçilmenin yanı sıra SİYAD’la birlikte iki En İyi Film ödülünün de sahibi olmuştu. Filmin bu akşam 21.30’da İstanbul’da Kadıköy Sineması’nda, 30 Ekim’de ise İzmir Alsancak Karaca Sineması’nda ekip katılımlı gösterimleri yapılacak; 2-10 Kasım tarihlerindeki Ankara Film Festivali’nde de ise ilk kez Başkentlilerle buluşacak. Öte yandan filmin yurtdışındaki festivallerde de yolculuğu sürüyor.
“Sanki Her Şey Biraz Felaket” isminden de anlaşılabileceği gibi ülkenin içinde bulunduğu acıklı hali gözler önüne seriyor. İstanbul’da yaşayan yirmilerindeki dört gencin birbirinden ayrı kaygılarını mizahi bir dille anlatıyor Subaşı. Hem de farklı bir biçimde… “Farklı”, aslında 1990 doğumlu yönetmenin tarzını da anlatan bir kelime. Her işinde farklı olmayı, yeni şeyler denemeyi ve kendi imzasını atmayı amaçlıyor. İlk uzun metrajlı filminde aldığı ödüller de bu tarzın tuttuğunu gösteriyor bizlere. İlginç duygulara da neden oluyor film, örneğin salonda kahkahalar yükselirken bir yandan ağlayanlar olduğunu da görüyorsunuz. Kişisel olarak da güldüğüm kısımların bende hafif bir suçluluk duygusu yarattığı bile oldu.
FARKLILIK VAROLUŞTAN…
Bir araya geldiğimiz Umut Subaşı’na ilk olarak birbirinden farklı jüriler tarafından ödüllendirilmenin anlamını sordum; “Bir yandan şaşırtıcı, bir yandan da güzel” diyen yönetmen, “Aldığımız ödüller de farklı farklı, böyle takdir edilmiş olmak sevindirici” ifadelerini kullandı. Gençliğinden bu yana kendisini hep ifade etme yollarını aramış, yazılar yazmış, hatta müzik yapmış. Ancak sanat dalları arasındaki bu arayış, 20’lerinin başında onu sinemaya yöneltmiş, “Başlarda sinemanın nasıl bir anlatım aracı olduğunu keşfetmeye çalışıyordum. Kısa filmim ‘Ü. N. K’da (2013) biçimle içeriğin birleştiği bir anlatım var. ‘Pudrasız’ (2014) da öyle, orada da oyunculuk-gerçeklik meselesi var. Hem kendimi hem de sinemanın ne olduğunu anlamaya çalıştığım filmlerdi bunlar. Sonra da ‘Sana İnanmıyorum Ama Yerçekimi Var’ (2018) ile birlikte kendi derdimi anlatmaya döndü iş. Artık film yapmak benim için kişisel bir şey. İleride değişebilir tabii ki bu” diye konuşuyor. Her filminde gördüğümüz farklı bir şeyler ortaya koyma halinin de kendi varoluşuyla ilgili olduğunu dile getiren Subaşı, “Sadece sinemayla ilgili de değil. Sürüden ayrılmayı hep sevdim” ifadelerini kullanıyor.
‘İSTEDİĞİM TAM DA BUYDU’
Genç yönetmenin kısa filmleri de ödüllü. Kısa film çekmekle ilgili de bir derdi yok. “Norveç’te yaşasan hep kısa film mi çekerdin” sorusuna da şu yanıtı veriyor: “Bu yaptığım kısa filmleri başka bir ülkede yapmış olsaydım, uzun metrajı yapmak benim için çok daha kolay olurdu herhalde.” Subaşı, yaptığı filmden tatmin olduğunu, ilk uzun metraj filminde yüzde 100 istediği filmi yaptığını söylüyor. Bunun da ikinci film için şevk oluşturduğunu dile getiriyor.
‘BÖYLE ÇALIŞMAK ZORUNDAYDIM’
Subaşı, filmi 13 günde çekip bitirmiş. Ancak çekimlerin her anını programlamış. “Bu diğer filmlerinde de böyle programlı mı olacak” sorusuna, “Bende refleks olarak gelişti kısalardan beri. Bu filmde bundan bağımsız da çok programlı olmak elzem bir şeydi. ‘Böyle çalışıyorum’dan ziyade böyle çalışmak zorundaydım. Bunun avantajları da var dezavantajları da… Sete çok hazır çıktığın için hemen hemen her şeyin belli olması bir avantaj. Ama bir yandan da bazen sette bir şeyler çıkarma, sette yakalama, doğaçlama yapma gibi şeyleri yitiriyorsun planlı gittiğin için. Bizim neredeyse kurguda karar vereceğimiz ekstra malzememiz hiç yoktu. Bu benim kurguyu da yapmamdan ve yazarken kurguyu düşünmemden dolayı büyük problem olmadı. Ama biraz riskli bir durum sonuçta, masadayken elinde alternatiflerin olsun istersin. Diğer filmlerde de böyle mi olacağını şimdiden kestiremiyorum” yanıtını veriyor.
‘HEP KİNAYELİ VE SARKASTİK BİR TARAFIM VARDI’
“Sanki Her Şey Biraz Felaket” filminin mizahi yönünden bahsettik. Umut Subaşı’yla sohbet ettiğinizde ya da filminin soru cevabına katıldığınızda bile fark edebileceğiniz bir mizah anlayışı var. Subaşı, “Okuldayken ya da çevrende mizahi yönünle biliniyor muydun” sorusuna “Komik çocuk olarak bilinmiyordum ama hep böyle bir yönüm vardı. Bu azalmış hali” yanıtını veriyor.
“Bu mizahi yönünü çekim sürecinde gösteriyor muydun” sorusuna olumsuz yanıt veren Subaşı, “Sıfır… O kadar vaktim yoktu. Belki 4-5 hafta çekseydik eğlenebilirdik” diyor. Bununla birlikte Subaşı’nın sette aşırı disiplinli bir şekilde çalıştığını öğreniyoruz.
KENDİ JENERASYONU…
Son yıllarda kendi yaşlarındaki yönetmenlerin festivallerde ödüller kazandığını görüyoruz. “Acaba jenerasyonu içinde bir akım oluşuyor mu” sorusunu Subaşı şöyle yanıtlıyor: “Sanmıyorum… O zaten biraz da olduktan sonra ileride başkaları tarafından fark edilebilecek bir şey. Ama şu an bir şeyin parçasıymışım gibi hissetmiyorum.”
‘90’LAR SONU 2000’LER BAŞI HEYECAN VERİCİ’
Ödüllü yönetmen, “Türk sinemasında sevdiğin bir dönem var mı” sorusuna da şu yanıtı veriyor: “Her şeye rağmen 90’ların sonu 2000’lerin başı bence heyecan verici. Ben de sinema yapabilirim dedirtmişti bana keşfettiğimde. ‘Uzak’ı, ‘Masumiyet’i, ‘Tabutta Röveşata’yı görmek, Yeşim Ustaoğlu’nu izlemek… Günümüzde Gürcistan sineması böyle parlıyor. Herhalde o dönem Türkiye de böyle bir hava yaratmıştır. Filmler birbirine benzediği için değil, aynı anda bir kafa kaldırma olduğu için.”